ZAMANSIZ
Uykuların en derin yerinde
Zamansız şehirler kuşatılır
Sarsılır, çığlıktan anlar
Başlar başlamaz bir talan
Görülür alevi uzaktan
Yanmakta olan bedenlerin
Yüzünde sevisiz sırat
Yalnızlığında gecenin, ilk dördün
Devleşir aşklar, soğuduğunda odalar
Çatırdadığını duyarsın ağaçların
Tapınaklar çökerken geceye
Şehir düşmüştür artık
Merih Akoğul
İstanbul Ticaret Üniversitesi
Fotoğrafçılık Kulübü olarak Sütlüce Kampüsü’nde gerçekleştirilen eğitim
seminerlerinin konuğu fotoğrafçı ve aynı zamanda yazar "Merih Akoğul"
oldu. Danışmanlığını Gözde Sunal’ın yaptığı katılımın da yoğun olduğu
Fotoğrafçılık Kulübü Eğitim Semineri’nin konusu “Bakmak
ve Görmek” üzerineydi.
Merih Akoğul ‘Geçen Yaz
Viyana'da’ ve ‘İç İçe İstanbul’ adlı sergi sunumlarını öğrencilerle paylaştı ve
fotoğrafla iç içe olan yazarlık dünyasını anlatarak söze başladı: "Türkiye’de
ve dünyanın çeşitli ülkelerinde otuz fotoğraf sergisi açtım. Reklam fotoğrafçılığıyla da ilgilendim ancak bana
göre olmadığını anladım. İngiltere'de geçirdiğim süre zarfınca birçok
kütüphaneyi dolaşarak fazlasıyla müzik cd’ si inceledim. Bir süre müzik
eleştirileri yazdımsa da 1994 yılında yayın yönetmenliğini yaptığım bir radyo
programıyla benim için çok değerli olan sektöre giriş yaptım. Aynı zamanda
şairimdir de. Çünkü dilin çok farklı bir şey olduğuna inanıyorum. Fotoğraf
çekersiniz ama edebiyat ya da tiyatro yapmak çok daha zordur.”
Değerli hocamız siyah-beyaz
fotoğraflarla çalıştığı "Viyana'da Geçen Yaz" adlı sergisi hakkında
bizi bilgilendirdi: "Viyana'da Geçen Yaz, on sene önce siyah-beyaz
fotoğraflarla çalışarak gerçekleştirdiğim bir sergiydi. Hepimizin bildiği gibi
fotoğraf siyah-beyaz icat edildi. Böylece insanlar geride kalan her şeyi bu
şekilde kabul etti. Bu da benim sergideki fotoğrafları siyah-beyaz çalışmayı
tercih etmemde önemli bir etken oldu. Sizinle bu konuyla bağlantılı olan ve
aklımda yer edinen bir anımı da paylaşmak istiyorum: Afyon'da ders verdiğim bir
ilkokuldaki çocuklara Atatürk’ün fotoğrafını gösterdim ve şöyle dedim: ‘aslında
bu fotoğraf renkli bir fotoğraf değil, o dönemde renkli fotoğraf çekilmiyordu,
Atatürk’ün bu fotoğrafı da sonradan renklendirilmiş.’ Tabi hepsi önce buna
inanamadılar. Çünkü orada asılı duran renkli bir fotoğraftı. Şimdi de başımızı
doğrultup etrafa bakıca her yerde renkli fotoğraflar görüyoruz. Ancak buna
rağmen hepimiz siyah-beyaz fotoğrafı kabul etmiş durumdayız.”
Konuşmacımız yıllar önce okuduğunu
söylediği Oliver Sacks’ın Renk körleri
Adası kitabından da şu şekilde bahsediyor: “Görmenin ne kadar önemli olduğu
üzerine büyük bir örnek teşkil eden Renk körleri Adası isimli kitabı
yıllar öncesinde okuduğumda çok ilginç bir şey dikkatimi çekmişti. Bu yüzden
görmek eylemine insanların yüklediği anlamlar ile ilgili birkaç örnek vermek
istiyor ve görmekten önce görmenin detaylarını halletmemiz gerektiğini
düşünüyorum. İlk olarak Polinezya adalarında geçen bir örnekle başlayabiliriz.
Renk körü insanların bulunduğu adaya birtakım araştırmacı oraya giderek insanlara
bir muzun olgunlaştığını nasıl anladıklarını sorar. Aldıkları cevap ise: ‘çok
basit, dokunuyoruz.’ olur. Bu cevabı
alan grup çok şaşırmıştır. Çünkü onlar soruyu, bu şekilde cevap
verebileceklerini hiç düşünmeden sormuştur. Araştırmacı gruptan anlaşıldığına
göre insanlar görmek eylemi üzerine o kadar fazla yoğunlaşmıştırlar ki diğer
duyular göz ardı edilir duruma gelmiştir.”
Ünlü
fotoğrafçı Oliver Sacks’ın Sesleri Görmek isimli kitabına da bir örnek
üzerinden yer verdi: Size sonradan sağır olan birinin sözlerini aktarmak
istiyorum: ‘Dünyada en kötü şey sanırım sonradan sağır olmaktır. Çünkü sonradan
sağır olan insan seneler boyunca hafızasında bir şeyleri biriktirmiştir. Sağır
olduğunu ise ancak bir başka kişinin gözlerini kapatmasıyla anlar. Bunun sebebi
de insanın hafızasında oluşan hayalet seslerdir. Ve siz karşınızdakinin
dudağını gördüğünüz zaman aslında o hayalet sese odaklanmış oluyor, o sesi
duyduğunuzu zannediyorsunuz. Ama gerçeğin farkına ancak gözlerinizin
kapatılmasıyla varabiliyorsunuz.’
Algıda
seçicilik konusuna ise şu şekilde değindi: “Algıda seçiciliğin gelişmesi farklı
farklı yerlere birer kere bakmakla değil, birbirine yakın ve aynı yerlere
birden fazla kere bakmakla olur. Sadece o değişimleri görmekle, o anekdotları
bir kenarda toplamakla ve bunları analiz etmekle bir şeyler yapabilirsiniz.
Yazarda, gazetecide, fotoğrafçıda böyle olunuyor.”
Ardından
“Merak bazen hayat kurtarıcı bir şey olur” diyerek ekledi: “Aynı Alfred Hitchcock’ın Arka Pencere filminde de görüldüğü gibi
her olay ve gözlemin arkasında bir neden vardır. Her küçük hayata dikkatle
bakıldığında aslında ne kadar büyük olduğu görülecektir.”
Merih
Akoğul “Ben bir fotoğrafçıyım. Yani eylem adamıyım” sözüyle Umberto Eco’nun
‘Açık Yapıt’ adlı eserinden alıntı yaparak şunları söyledi: “ bir sanat yapıtı
değerlendirilirken onu üreten kişi ve ona bakan kişi olarak değerlendirilir.
İzleyici olarak biz olmazsak ne sanat yapıtı vardır ne de sanatçı” Akoğul
konuşmasında iyi bir izleyici olmamız gerektiğinin altını sık sık çizerek, donanımlı
bir seyirci ve donanımlı bir izleyici olmamız gerektiği üzerinde durdu: “Bir
Fransız filmini izlerken onun yavaş işleyişi hakkında bilgi sahibi değilsek,
onu Amerikan mantığı ile izliyorsak tabi ki aksiyonlarını yavaş bulacağız. Yani
her yönetmenin ve sanatçının kendine ait düzeni ve temposu hakkında bilgi
edinerek o filmi tercih edip etmememiz gerekir.”
Akoğul
tecrübe üzerine değinerek “tecrübe olan şey o kadar uzun vadede olan bir şeydir
ki, her şeyin kendine göre davranış biçimi ve raconu vardır. Elinde fotoğraf
makinesi olanında, elinde not defteri ve
kalemi olanında, bir şiiri karşılamaya hazır insanın da… Ama her şeyin öncesi
vardır, iyi bir şiir yazabilmek için bol bol şiir yazmak gerekir, iyi bir beste
yapabilmek için bol bol müzik dinlemek gerekir, iyi bir fotoğrafçı olmak için
bol bol fotoğrafa bakmış olmak gerekir. Kısacası bütün bunlar olabilmek için iyi
bir izleyici olmak gerekir.” dedi ve ünlü şair Behçet Necatigil’ “ bazı şiirler bekler bazı yaşları”
dizelerini ‘bazı yaşlar gelmeden o noktaları o durumları idrak etmek gerçekten
imkânsız oluyor. Yani bekleyelim ama beklerken de kendimizi hazırlayarak
bekleyelim. Okuyarak, izleyerek, gözlemleyerek,
bekleyelim” diyerek bizimle
paylaştı.
Merih Akoğul Geçen Yaz Viyana’da ve İç İçe
İstanbul olmak üzere iki farklı fotoğraf gösterimiyle birlikte söyleşisini
öğrencilerden gelen sorular üzerine devam ettirdi. “Geçen Yaz Viyana’da ve İç
İçe İstanbul adlı sergilerinizde yer alan fotoğraflarda Tom Raider ve başka
sanal kahramanlar görmekteyiz. Bunun sebebi nedir?’ diye gelen soruya şu
şekilde yanıt verdi: “çevremizde olan şeyleri, çevremizden bağımsız bir şekilde
değiştirebilme imkânı yoktur. Şimdi her şey reklam, her şey marka. Etraf bilgi
ile dolu. Bilgi veren, bilgi amaçlı ve eğlence amaçlı simge ile dolu. Çoğu kere
fotoğraflar çekilirken bunlardan kaçılıyor. Mesela bir camiyi çekerken
üzerinden geçen tellerden herkes kaçınıyor, yani tellerin çıkmaması için açı
değiştirilirken fotoğrafın güzelliği de kaybediliyor. İkincisi de daha sonra
onlar siliniyor. Ben bunlardan yana değilim. Benim fotoğraflarımın hiçbirinde
müdahale yok yani birileri o camiinin üzerinden o teli bu kadar kötü
geçiriyorsa bunu temizlemek bana düşmüyor. Bu çok önemli bir şey ki bu
nesneleri onlardan kaçarak değil hatta onların bilinçli olarak üzerine giderek
çekiyorum” dedi.
‘Ben sokak fotoğrafçısıyım
dediniz. Sokak fotoğrafçısının karşılaştığı zorluklar nelerdir?’ şeklindeki
soruyu da şöyle yanıtladı: “çekilecek klasik yerler dışında makinenizi
yönlendirdiğinizde halktan ‘hayrola?’ sorusu alabiliyorsunuz. ‘Ne var bunda.
Hep böyle kötü şey gösteriyorsunuz?’ diye sorularla karşılaşabiliyorsunuz.
Benim fotoğraflarımda ise böyle şey yok. Asla kötü üzerine çalışmam., kötünün
altını çizmem. En büyük zayıflık budur”
‘Benim
fotoğraflarım dürüsttür diyorsunuz. Bu sözünüzle sizi Henri Cartier Bresson’a benzettim.
Türkiye’de ya da dünya çapında etkilendiğiniz bir fotoğraf sanatçısı var mıdır?’
şeklinde gelen soruyu “bir insanı fotoğrafçı yapan baktığı fotoğraflardır. Bir
adamı müzisyen yapan dinlediği müziklerdir. Fotoğrafın kendine bakarak fotoğraf
çekmeye gitmiyorum. Dinlediğim müzikler ve okuduğum şiirler beni daha fazla
itekliyor. Örnek verecek olursak müzikle bir şiir yazabiliyorum. Ardından okuduğum
bir şiirden yola çıkarak fotoğraf çekebiliyorum. Tabi ki Cartier Bresson’lar,
William Eugene Smith’ler fotoğrafın önde gelen isimleridir. Ancak ben öğrencilerimin
çalışmalarını da büyük bir keyifle inceleyerek, onların başarılarından çok
büyük mutluluk duyabiliyorum.” diye yanıtladı.
‘Şiir
mi fotoğraf mı?’ sorusuna ise “Fotoğrafla şiir birbirine çok benzer şeylerdir.
Ben ise dünyanın en eski soyut sanatlarından birisi olan şiiri yeğliyorum.” şeklinde
cevap verdi.
Yazı: Seda Şakiroğlu
İTALİK Dergisi - 18. Sayı
#italik #TicaretFotograf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder