6 Şubat 2015 Cuma

Merih Akoğul ile Bakmak ve Görmek Üzerine



ZAMANSIZ
Uykuların en derin yerinde 
Zamansız şehirler kuşatılır 

Sarsılır, çığlıktan anlar 

Başlar başlamaz bir talan 



Görülür alevi uzaktan
Yanmakta olan bedenlerin 

Yüzünde sevisiz sırat 

Yalnızlığında gecenin, ilk dördün 



Devleşir aşklar, soğuduğunda odalar 

Çatırdadığını duyarsın ağaçların 
Tapınaklar çökerken geceye 
Şehir düşmüştür artık

                            Merih Akoğul


 İstanbul Ticaret Üniversitesi Fotoğrafçılık Kulübü olarak  Sütlüce Kampüsü’nde gerçekleştirilen eğitim seminerlerinin konuğu fotoğrafçı ve aynı zamanda yazar "Merih Akoğul" oldu. Danışmanlığını Gözde Sunal’ın yaptığı katılımın da yoğun olduğu Fotoğrafçılık Kulübü Eğitim Semineri’nin konusu “Bakmak ve Görmek” üzerineydi.

 Merih Akoğul ‘Geçen Yaz Viyana'da’ ve ‘İç İçe İstanbul’ adlı sergi sunumlarını öğrencilerle paylaştı ve fotoğrafla iç içe olan yazarlık dünyasını anlatarak söze başladı: "Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde otuz fotoğraf sergisi açtım.  Reklam fotoğrafçılığıyla da ilgilendim ancak bana göre olmadığını anladım. İngiltere'de geçirdiğim süre zarfınca birçok kütüphaneyi dolaşarak fazlasıyla müzik cd’ si inceledim. Bir süre müzik eleştirileri yazdımsa da 1994 yılında yayın yönetmenliğini yaptığım bir radyo programıyla benim için çok değerli olan sektöre giriş yaptım. Aynı zamanda şairimdir de. Çünkü dilin çok farklı bir şey olduğuna inanıyorum. Fotoğraf çekersiniz ama edebiyat ya da tiyatro yapmak çok daha zordur.”


  Değerli hocamız siyah-beyaz fotoğraflarla çalıştığı "Viyana'da Geçen Yaz" adlı sergisi hakkında bizi bilgilendirdi: "Viyana'da Geçen Yaz, on sene önce siyah-beyaz fotoğraflarla çalışarak gerçekleştirdiğim bir sergiydi. Hepimizin bildiği gibi fotoğraf siyah-beyaz icat edildi. Böylece insanlar geride kalan her şeyi bu şekilde kabul etti. Bu da benim sergideki fotoğrafları siyah-beyaz çalışmayı tercih etmemde önemli bir etken oldu. Sizinle bu konuyla bağlantılı olan ve aklımda yer edinen bir anımı da paylaşmak istiyorum: Afyon'da ders verdiğim bir ilkokuldaki çocuklara Atatürk’ün fotoğrafını gösterdim ve şöyle dedim: ‘aslında bu fotoğraf renkli bir fotoğraf değil, o dönemde renkli fotoğraf çekilmiyordu, Atatürk’ün bu fotoğrafı da sonradan renklendirilmiş.’ Tabi hepsi önce buna inanamadılar. Çünkü orada asılı duran renkli bir fotoğraftı. Şimdi de başımızı doğrultup etrafa bakıca her yerde renkli fotoğraflar görüyoruz. Ancak buna rağmen hepimiz siyah-beyaz fotoğrafı kabul etmiş durumdayız.”
 Konuşmacımız yıllar önce okuduğunu söylediği Oliver Sacks’ın Renk körleri Adası kitabından da şu şekilde bahsediyor: “Görmenin ne kadar önemli olduğu üzerine büyük bir örnek teşkil eden Renk  körleri Adası isimli kitabı yıllar öncesinde okuduğumda çok ilginç bir şey dikkatimi çekmişti. Bu yüzden görmek eylemine insanların yüklediği anlamlar ile ilgili birkaç örnek vermek istiyor ve görmekten önce görmenin detaylarını halletmemiz gerektiğini düşünüyorum. İlk olarak Polinezya adalarında geçen bir örnekle başlayabiliriz. Renk körü insanların bulunduğu adaya birtakım araştırmacı oraya giderek insanlara bir muzun olgunlaştığını nasıl anladıklarını sorar. Aldıkları cevap ise: ‘çok basit, dokunuyoruz.’  olur. Bu cevabı alan grup çok şaşırmıştır. Çünkü onlar soruyu, bu şekilde cevap verebileceklerini hiç düşünmeden sormuştur. Araştırmacı gruptan anlaşıldığına göre insanlar görmek eylemi üzerine o kadar fazla yoğunlaşmıştırlar ki diğer duyular göz ardı edilir duruma gelmiştir.”


 Ünlü fotoğrafçı Oliver Sacks’ın Sesleri Görmek isimli kitabına da bir örnek üzerinden yer verdi: Size sonradan sağır olan birinin sözlerini aktarmak istiyorum: ‘Dünyada en kötü şey sanırım sonradan sağır olmaktır. Çünkü sonradan sağır olan insan seneler boyunca hafızasında bir şeyleri biriktirmiştir. Sağır olduğunu ise ancak bir başka kişinin gözlerini kapatmasıyla anlar. Bunun sebebi de insanın hafızasında oluşan hayalet seslerdir. Ve siz karşınızdakinin dudağını gördüğünüz zaman aslında o hayalet sese odaklanmış oluyor, o sesi duyduğunuzu zannediyorsunuz. Ama gerçeğin farkına ancak gözlerinizin kapatılmasıyla varabiliyorsunuz.’
 Algıda seçicilik konusuna ise şu şekilde değindi: “Algıda seçiciliğin gelişmesi farklı farklı yerlere birer kere bakmakla değil, birbirine yakın ve aynı yerlere birden fazla kere bakmakla olur. Sadece o değişimleri görmekle, o anekdotları bir kenarda toplamakla ve bunları analiz etmekle bir şeyler yapabilirsiniz. Yazarda, gazetecide, fotoğrafçıda böyle olunuyor.”
Ardından “Merak bazen hayat kurtarıcı bir şey olur” diyerek ekledi: “Aynı  Alfred Hitchcock’ın Arka Pencere filminde de görüldüğü gibi her olay ve gözlemin arkasında bir neden vardır. Her küçük hayata dikkatle bakıldığında aslında ne kadar büyük olduğu görülecektir.”
 Merih Akoğul “Ben bir fotoğrafçıyım. Yani eylem adamıyım” sözüyle Umberto Eco’nun ‘Açık Yapıt’ adlı eserinden alıntı yaparak şunları söyledi: “ bir sanat yapıtı değerlendirilirken onu üreten kişi ve ona bakan kişi olarak değerlendirilir. İzleyici olarak biz olmazsak ne sanat yapıtı vardır ne de sanatçı” Akoğul konuşmasında iyi bir izleyici olmamız gerektiğinin altını sık sık çizerek, donanımlı bir seyirci ve donanımlı bir izleyici olmamız gerektiği üzerinde durdu: “Bir Fransız filmini izlerken onun yavaş işleyişi hakkında bilgi sahibi değilsek, onu Amerikan mantığı ile izliyorsak tabi ki aksiyonlarını yavaş bulacağız. Yani her yönetmenin ve sanatçının kendine ait düzeni ve temposu hakkında bilgi edinerek o filmi tercih edip etmememiz gerekir.”
 Akoğul tecrübe üzerine değinerek “tecrübe olan şey o kadar uzun vadede olan bir şeydir ki, her şeyin kendine göre davranış biçimi ve raconu vardır. Elinde fotoğraf makinesi olanında,  elinde not defteri ve kalemi olanında, bir şiiri karşılamaya hazır insanın da… Ama her şeyin öncesi vardır, iyi bir şiir yazabilmek için bol bol şiir yazmak gerekir, iyi bir beste yapabilmek için bol bol müzik dinlemek gerekir, iyi bir fotoğrafçı olmak için bol bol fotoğrafa bakmış olmak gerekir. Kısacası bütün bunlar olabilmek için iyi bir izleyici olmak gerekir.” dedi ve ünlü şair Behçet  Necatigil’ “ bazı şiirler bekler bazı yaşları” dizelerini ‘bazı yaşlar gelmeden o noktaları o durumları idrak etmek gerçekten imkânsız oluyor. Yani bekleyelim ama beklerken de kendimizi hazırlayarak bekleyelim. Okuyarak, izleyerek, gözlemleyerek,  bekleyelim”  diyerek bizimle paylaştı.
  Merih Akoğul Geçen Yaz Viyana’da ve İç İçe İstanbul olmak üzere iki farklı fotoğraf gösterimiyle birlikte söyleşisini öğrencilerden gelen sorular üzerine devam ettirdi. “Geçen Yaz Viyana’da ve İç İçe İstanbul adlı sergilerinizde yer alan fotoğraflarda Tom Raider ve başka sanal kahramanlar görmekteyiz. Bunun sebebi nedir?’ diye gelen soruya şu şekilde yanıt verdi: “çevremizde olan şeyleri, çevremizden bağımsız bir şekilde değiştirebilme imkânı yoktur. Şimdi her şey reklam, her şey marka. Etraf bilgi ile dolu. Bilgi veren, bilgi amaçlı ve eğlence amaçlı simge ile dolu. Çoğu kere fotoğraflar çekilirken bunlardan kaçılıyor. Mesela bir camiyi çekerken üzerinden geçen tellerden herkes kaçınıyor, yani tellerin çıkmaması için açı değiştirilirken fotoğrafın güzelliği de kaybediliyor. İkincisi de daha sonra onlar siliniyor. Ben bunlardan yana değilim. Benim fotoğraflarımın hiçbirinde müdahale yok yani birileri o camiinin üzerinden o teli bu kadar kötü geçiriyorsa bunu temizlemek bana düşmüyor. Bu çok önemli bir şey ki bu nesneleri onlardan kaçarak değil hatta onların bilinçli olarak üzerine giderek çekiyorum” dedi.


  ‘Ben sokak fotoğrafçısıyım dediniz. Sokak fotoğrafçısının karşılaştığı zorluklar nelerdir?’ şeklindeki soruyu da şöyle yanıtladı: “çekilecek klasik yerler dışında makinenizi yönlendirdiğinizde halktan ‘hayrola?’ sorusu alabiliyorsunuz. ‘Ne var bunda. Hep böyle kötü şey gösteriyorsunuz?’ diye sorularla karşılaşabiliyorsunuz. Benim fotoğraflarımda ise böyle şey yok. Asla kötü üzerine çalışmam., kötünün altını çizmem. En büyük zayıflık budur”           
‘Benim fotoğraflarım dürüsttür diyorsunuz. Bu sözünüzle sizi Henri Cartier Bresson’a benzettim. Türkiye’de ya da dünya çapında etkilendiğiniz bir fotoğraf sanatçısı var mıdır?’ şeklinde gelen soruyu “bir insanı fotoğrafçı yapan baktığı fotoğraflardır. Bir adamı müzisyen yapan dinlediği müziklerdir. Fotoğrafın kendine bakarak fotoğraf çekmeye gitmiyorum. Dinlediğim müzikler ve okuduğum şiirler beni daha fazla itekliyor. Örnek verecek olursak müzikle bir şiir yazabiliyorum. Ardından okuduğum bir şiirden yola çıkarak fotoğraf çekebiliyorum. Tabi ki Cartier Bresson’lar, William Eugene Smith’ler fotoğrafın önde gelen isimleridir. Ancak ben öğrencilerimin çalışmalarını da büyük bir keyifle inceleyerek, onların başarılarından çok büyük mutluluk duyabiliyorum.” diye yanıtladı.
‘Şiir mi fotoğraf mı?’ sorusuna ise “Fotoğrafla şiir birbirine çok benzer şeylerdir. Ben ise dünyanın en eski soyut sanatlarından birisi olan şiiri yeğliyorum.” şeklinde cevap verdi.


    MİZANPAJ:


 Yazı: Seda Şakiroğlu  

İTALİK Dergisi - 18. Sayı
#italik  #TicaretFotograf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder