7 Şubat 2015 Cumartesi

Halit Ömer Camcı ile Gezi Fotoğrafçılığı

Gezgin dergisinin kurucusu ve editörü, değerli fotoğraf sanatçısı Halit Ömer Camcı ile Gezi Fotoğrafçılığı üzerine konuştuk. Durağan bir yapıya sahip olmadığını söyleyen sanatçı Gezi Fotoğrafçılığı’nın hayran olunası keşfedici yönünü ve zorlayıcı noktalarını bizimle paylaşarak fotoğraf tutkusu üzerine yönelttiğimiz soruları yanıtladı. ‘Seyahatin önündeki en büyük engel kapının eşiğidir.’ sözünü dile getirerek bizleri kapının bir adım ötesine davet etti.


  Halit Ömer Camcı kendisini tanıtarak sözlerine başladı: “ Öğrencilik yıllarımda fotoğrafla ilgilenmeye başladım. Fotoğraf editörlüğü ve foto muhabirliği yaptım. Uzun yıllardır fotoğrafla ilgileniyor ve yaklaşık 15 senedir fotoğrafçılık mesleği icra ediyorum. Gezgin isimli bir dergimiz bulunmakta ve bunun yanında Gezgin Foto adlı bir dergi çıkarmaktayız. Seyahat eden, dünyayı gezen bir abi profiliyim sizin için”
Fotoğraf sanatçısı öncelikle “pasaportu olmayan var mı” sorusuyla sohbete başladı: “Pasaportunuzun olmaması hiç yurt dışını deneyimlemediniz anlamına gelmektedir. İlk tavsiyem olarak bir an önce pasaportunuzu alın derim.


  Gezi Fotoğrafçılığı’na ilk başladığımda hem gezecek, para kazanacak hem de fotoğraf çekecektim. Kapalı ve durağan mekanlarda olmayı sevmeyen bir yapıya sahip olduğum için bu iş benim için büyük fanteziler, görülmez rüyalar gibiydi. Her yeni ülkeye yeni bir tat gibi bakmak gerektiriyordu. Çünkü görülecek çok fazla ülke vardı. Bunun için de insanın bahane bulması gerekiyordu. Benim bulduğum ilk ve en güzel bahane ise fotoğraf makinesi oldu.
  Daha önce foto muhabirlik de yaptım. Bana göre muhabirlik fotoğrafçılığın en sıkıcı alanlarındandı. Çünkü orada sizden beklenen sadece istenen fotoğrafı vermenizdir. Bir süre sonra içinizdeki istek körelebilir ve o fotoğrafı çekmek istemezsiniz. En azından bende bu şekilde olmuştur. Mesleki olarak ise fotoğrafın sanat tarafını düşünün derim. Dünyada galeri değeri olan bir fotoğrafçılık vardır ve apayrı bir dünyadır. Kendi adıma gezi kısmını tercih ettim. Dünyayı dolaşma sebebim her zaman boynumda asılı olan fotoğraf makinesi oldu. Eğer fotoğraf makinem olmasaydı gerçekten gitmezdim. Çünkü seyahatten elim boş bir şekilde geri dönmeyi anlamsız bulduğum için fotoğraf ve video getiriyorum. Size genel tavsiyem bu olsun.”


  Camcı, Gezi Fotoğrafçılığı’nın temellerinden de konu açtı: “Bu alanı düşünüyorsanız ne kadar dolaşırsanız dolaşın dünyayı bitiremeyeceksiniz. Mesela Rusya’ya gideceksiniz ve inanılmaz bir coğrafya sizi karşılayacak. İstanbul’da yaşıyorsanız ve Yerebatan Sarnıcı’na gitmediyseniz bir şeyler eksik kalmış demektir. Yaşadığımız yerin hakkını vermek biraz da orayı yaşamak ile ilgili bir haktır.
Bir de bölgesel olarak bakarsak yaşayacağınız sıkıntılar olacaktır. Mesela Amerika’da insan fotoğrafı çekmek zordur, özellikle çocuklar üzerinde müthiş bir paranoya vardır. Çünkü bunlar eğitilmiş korkulardır. Bu durum genel itibariyle Türkiye’de de mevcuttur. Örneğin yıllardır tsunami olmayan ülkemizde, bizlere sunulan görseller sayesinde tsunamiden korkmak eğitilmiş bir korkudur.
Bunların dışında festival ve karnavallar ise tam fotoğraf çekmek içindir. İnsanlar bu tür yerlerde fotoğraf çekinmek için bekler. Oralar ilginç fırsatların kaçırılmaması gereken dünyalardır. Örneğin Hindistan’da Boya Festivali, İspanya’da Domates Atma Festivali, Amerika’da Yastık Kavgası Festivali. Bunlar fotoğrafçı için her gün göremeyeceği şeylerdir. Birde fotoğraflarınız hayatın kendisi olsun. Kurgulamayın.  Var olanı çekin. Gerçek anlar çok daha önemlidir çünkü.”
  Konuğumuz sözlerine şöyle devam etti: “Sadece Gezi Fotoğrafçılığı değil tabii. Fotoğrafçılığın bir sürü dünyası var. Coşkun Aral’da fotoğrafçı ben de. Ara Güler’de fotoğrafçı, düğün fotoğrafı çeken arkadaşta. Zengin bir dünyası var yani. Makinayı ise herkes kullanabilir. Ama asıl önemli olan daha estetik ve sanatsal fotoğraf çekebilmektir.


  Gezi Fotoğrafçılığı’na dönersek birçok ülke gezdim ve gezmeye de doyamıyorum. Her yerin görülmeye değer bir tarafı var ve tercih etmek çok zor. Ama tarihi mekanlar daha cezbedici olabiliyor. Ülkesel olarak incelersek Afrika’daki insan yüzleri muhteşem. Türkiye’de doğal yapılarıyla harikulade. Venedik ise hiç deforme olmamış koridor koridor sokaklarıyla ayrı bir tat. Tayland yüzen pazarlarıyla görülmeye değer bir yer.”
  Gezi Fotoğrafçısı Halit Ömer Camcı sözlerini şu şekilde sonlandırdı: “Yol arkadaşlığı çok önemlidir. Arkadaşımızı yolda tanırız. Bazılarını yolda tanımayın bence. Çünkü kötü bitebiliyor. Kafa denginiz olan kişilerle gittiğiniz ülkeyi ve mevsimini tanıyarak gidin. Gezgin derginin reklamlarında da kullandığımız bir söz vardır: ‘Seyahatin önündeki en büyük engel kapının eşiğidir.’ Sanıyoruz ki seyahat çok zor ve zahmetli. Öyle olsa bile bu tecrübeyi parayla satın alamazsınız. Seyahatte gerçek insanı tanıyor ve bir sürü güzelliğe şahit oluyorsunuz. Eğer önünüze problem koyarsanız bilin ki o problemlerle karşılaşacaksınız. Sadece bir şekilde yola çıkmanız gerekiyor. Yola çıkmadan ise bilemezsiniz.”
  Peki, fotoğraf ne işe yarar? Fotoğraf ile var olanı belgelemek, bunları dünyayla paylaşmak bir yerden sonra vazifedir artık. Fotoğrafın bir misyonu vardır. Yani söz konusu sadece gezip görmek değil bu alanda bir duyarlılık oluşturmaktır.




 Haber, Fotoğraf ve Tasarım: Seda Şakiroğlu

İTALİK Dergisi - 21. Sayı
#italik #TicaretFotograf

SAFRAN ÇİÇEĞİNDEN MİRAS KALAN KENT: SAFRANBOLU

  Adını safran bitkisinden alan ve Türkiye’nin önde gelen turizm merkezlerinden biri haline gelen Safranbolu’dayız. Sizi itinayla muhafaza edilmiş asırlık ahşap dokuları, sahip olduğu kültürel değerleri ve bir tabloya bakıyorsunuz hissiyle bezeyecek eşsiz güzellikleriyle karşılayan bir müze kent burası. Birbiri ardına açılan dar sokakları, yer yer düz ve engebeli taş yolları, her köşede burnunuzu saran kahve kokuları ile dükkanlardan uzatılan lokum ikramlarıyla hoş geldiniz derken, geziniz boyunca hoş zaman geçirmenizi sağlayan bir kültür mozaiği. Gelin bu misafirperverlikten biz de nasibimizi alıp Safranbolu’da bir gezintiye çıkalım.


  Safranbolu adını mor yapraklara ve üç parçalı turuncu tepeciklere ait olan safran adı verilen bir bitkiden almış olup Batı Karadeniz Bölgesi’nde ki Karabük ilinin gelişmiş ilçelerinden biridir. Safranbolu UNESCO tarafından 1994 yılında Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilmiştir.     
Kentin tarihinden bahsedecek olursak,  Antik Devir’de tarihçi Homeros’un İlyada Destanı’nda geçen Paphlangonya bölgesinde yer almaktadır. Safranbolu, tarih boyunca farklı isimlerle anılmıştır. Bizans Dönemi’nde Dadybra, Selçuklular zamanında Zalifre, Osmanlılar zamanında Borglu, ardından Zağfiran-ı Borlu, Zağfiranbolu ve Zafranbolu olarak isimlendirilmiş, en son günümüzdeki hali olan Safranbolu’na dönüşmüştür.  Ayrıca İpek Ticaret Yolu’da Safranbolu’dan geçmektedir. Bu sebeple Safranbolu’nun yerleşimi biri kışlık diğeri yazlık olarak biçimlendirilmiştir. Kışlık evlerin bulunduğu Kışlık Bölge çarşı olarak isimlendirilmekte, daha çok ticaret yapılmakta; yazlık evlerin bulunduğu Yazlık Bölge ise bağlar olarak isimlendirilmekte ve bahçeler bulunmaktadır.


Kibrit Kutusundan Evler
Safranbolu’ya girdiğimiz anda minyatürleri andıran ahşaptan evleri karşılıyor bizi. Safranbolu denilince akla ilk gelen şeyin, neden bölgeye ait evler olduğunu şimdi daha da iyi anlıyoruz.  Yer yer beyaza boyanmış ve farklı boylarda ki evler, art arda sıralanmış küçük kibrit kutularını andırıyor. Evlerin mimari detayları ise hayranlık uyandıracak şekilde. Adeta geleneksel Türk evi niteliğindeki bu yapılarda haremlik-selamlık düzeninin bulunduğunu ve birçoğunun koruma altında olduğunu öğreniyoruz. Evlerin yapımında kullanılan malzemelerin ise taş, kerpiç ve ahşap ağırlıklı olduğunu, hemen hemen hepsinin taştan duvarlarla örülmüş küçük bir bahçesinin bulunduğunu görüyoruz. Böylece ev dışarıya kapatılmış ve aile içinde koruma sağlanmış oluyor. Yapıların dizilişini inceledikçe iç içe geçmemiş ve birbirinin sınırlarına müdahale etmeyen bir düzenin olduğunu fark ediyoruz. Bu da herkesin eşit bir şekilde sokakları kullanabilmesini mümkün kılmaktadır. Evlerin kapılarında ise iki farklı tokmak bulunmaktadır. Bu tokmakların kullanım amacı ise şudur: misafir kadınlar ve erkekler ayrı tokmakları kullanırlar ki evdekiler kapıyı açmadan önce hazırlanabilsinler. Safranbolu sokaklarında ilerledikçe bölgeye ait yapılar da bize eşlik ediyor ve ilk durağımız çarşının tam ortasında bulunan bir kervansaray, Cinci Han oluyor.



 Buranın 1645 yılında, Cinci Hoca lakabıyla tanınan Safranbolulu Kazasker Hüseyin Efendi tarafından inşa ettirildiği bilinmektedir. Yapının içerisinde bir de hamam bulunmaktadır. Bu yapıyı diğerlerinden özel kılan dayandığı efsane ve ihtişamlı mimarisidir. Daha sonradan restore ettirilerek bugünkü haline gelmiş, kafelerin de bulunduğu bir otel olarak hizmet vermeye başlamıştır.  Cinci hamamı ise kadın ve erkeklere ait iki bölümden oluşmakta, günümüzde de işlevini yerine getirmektedir. Şimdilerde konaklama amacıyla kullanılan bu kervansaray otel, bölge ziyaretçileri tarafından hala ilgisini kaybetmemiştir. Bizde Cinci Han’ı ziyaret ettikten sonra yönümüzü Safranbolu’nun ünlü Arastacılar Çarşısı’na çeviriyoruz.



Arastacılar Çarşısı
Burası Yemeniciler Çarşısı Arastası olarak da bilinmektedir. Farklı amaçlarla kullanılan küçük dükkanlardan oluşan bu çarşının kuruluş amacının ise hemen arkasında bulunan Köprülü Camii’nin masraflarını karşılamak olduğu bilinmektedir. Bu çarşıda uzun bir müddet ayakkabıcılık faaliyetleri yürütülmüştür. Günümüzde ise Arastacılar çarşısında yer alan birbirinden renkli dükkanlarda, bölgeye özgü el işleri ve hediyelik eşyalar satılmaktadır. Bu eşyalar nelerdir diye sorarsanız: ahşap oymalar, bölgesel giysiler, bakır eşyalar, Safranbolu evlerinin maketleri, magnetler, odun kalemleri bunların bir kısmıdır. Ayrıca resim atölyesi, cam ve boncuk işçiliği atölyesi vb. de yer almaktadır.  Çarşı içerisinde meşe kömüründe pişirilen ve bölgeye has lokumla ikram edilen Türk Kahvesini tadabileceğiniz kafeler bulunmaktadır. Gerek kahvesi gerekse sunumuyla adından en çok söz ettireni ise Lonca olarak da bilinen Boncuk Kahve'dir. Bizde Arastacılar Çarşısı’nda alışverişimizi yaptıktan ve su ile şerbet eşliğinde kahvelerimizi yudumladıktan sonra Köprülü Mehmet Paşa Camii’ne doğru ilerliyoruz. 




  Safranbolu’nun en büyük camisi olan Köprülü Mehmet Paşa Camii’ni özel kılan yönü de  avlusunda bir güneş saatine ev sahipliği yapmasıdır. Demir bir kafesin içinde korunan bu eser, mermer bir levha üzerindeki uzunlu kısalı çizgilerden oluşmakta ve güneşin levhada oluşturduğu gölgeye göre saatin kaç olduğu tahmin edilmektedir. Eserin saatin 19.yy ortalarından kalma olduğu bilinmektedir. Bu güneş saatini de fotoğrafladıktan sonra Arastacılar Çarşısı’ndan ilerleyerek bütün Safranbolu’yu kuşbakışı görebileceğiniz Hıdırlık Tepesi’ne varıyoruz.
  Hıdırlık Seyir Tepesi’nde tüm Safranbolu yapıları ve sokakları gözlerinizin önüne seriliyor. Geçmişte Hıdırellez kutlamaları ile asker uğurlamaları için kullanılan ve iki noktadan giriş-çıkışı bulunan tepe de tarihin önemli isimlerinin mezarları bulunmaktadır. Bu seyir terasında yerli ve yabancı ziyaretçilerin soluklanabilecekleri bir çay bahçesi vardır. Hıdırlık Tepesi’nde Safranbolu halkının kendi imkanlarıyla alarak orduya hediye ettikleri Zafranbolu Uçağı’da sergilenmektedir.
Hıdırlık Tepesi’nden ayrılarak, uğramadan gitmememiz gerektiğine dair sözlere kulak verip kendimizi, Safranbolu merkeze 11 km uzaklıkta olan Yörük Köyü’nde buluyoruz.  Yörük Köyü 1997 yılında gerçek bir Türk-Türkmen köyü olması ve her yapının tarihte önemli bir geçmişe sahip olması nedeniyle, Kültür Bakanlığı tarafından koruma altına alınmıştır.


Bir Müze Köy: Yörük Köyü
 Bu köy Safranbolu sokaklarının bir devamı niteliğindedir diyebiliriz. Yapılanma olarak diğer köylerden farkı ise evlerin kümeler halinde değil bitişik konaklar tipinde olması ve köyün ana yolu üzerinde konumlandırılmasıdır. Ayrıca her evin kendine ait büyük bir alanı bulunmaktadır. Köyde ki bazı yapılar diğerlerine göre daha uzun süredir kendini korumakta olup, en eski yapı unvanına sahip ev ise Odabaşı Evidir. Çamaşırhanesi, Sipahioğlu Konağı, Hacı Kavas ve Bekir Efendi Evleri, Ahşap Camii gibi bir çok önemli yapısıyla Müze Köy olarak anılmaktadır.
  Yörük Köy evlerinin birçoğu kapaklı pencerelere ve cumba adı verilen küçük balkonlara sahiptir. Ayrıca bazı evlerin saçaklarında, ev sahiplerinin önceden vurmuş oldukları geyik boynuzları sallanmaktadır. Bu da bazı geleneklere göre çeşitli anlamlar ifade etmektedir. Bunlardan biri de uğur getirmesi için asıldığı yönündedir. Ayrıca evlerin birçoğunda kapıdaki tokmak ve kilitler haber verme amacıyla kullanılmaktadır. Anahtar deliğinin yanında bir mandal bulunmaktadır. Bu mandal yukarı çekilince birinci kilit, tekrar çekilince ikinci kilit açılmakta, üçüncü kilitte anahtar ile açılmaktadır. Yine kapı tokmakları arasındaki ip ev sahibine dair farklı anlamlara gelmektedir. İki tokmak arasındaki ip aşağı sarkıyorsa ev sahibi evde, birbirine tek düğümle bağlanmışsa kısa süreliğine dışarı çıktı, çift düğümle bağlanmışsa uzun süreli bir seyahate çıktı anlamına gelmektedir.
Köyde konaklama imkânı halkın misafirlere oda kiralaması şeklinde yapılmaktadır ancak Safranbolu’ya yakın olması nedeniyle pek tercih edilmemektedir. Her köşede ise el yapımı tarhana, kurutulmuş kekik ve nane, salçalar ile biber kuruları satan köylü teyzelere rastlamak mümkündür. Ayrıca köyde misafirlerin hatıra amaçlı alabilecekleri el işlerinin satıldığı küçük dükkanlar da bulunmaktadır. Bizde bu dükkanları ziyaret ettikten sonra asma yapraklarıyla süslenmiş şirin mi şirin bir köy evini andıran, çeşit çeşit gözlemeleriyle tanınmış Yörük Sofrası'nda yemek molamızı veriyoruz. Ardınd Safranbolu’da son durağımız olan Kristal Teras’a geçiyoruz.  


Ayaklarınızı Yerden Kesecek Kristal Teras
Kristal Teras bildiğimiz seyir teraslarından ayrılmaktadır. Ayaklarınızı yere bastığınızı zannederken yerden kesen teras, Tokatlı Kanyonu üzerinde bulunmaktadır. Yerden 80 metre yükseklikte ve 11 metre genişliğinde olan bu cam seyir terası, manzarayı farklı bir şekilde önünüze getirmektedir. 75 ton ağırlığı taşıyabilen terasın katmanları 3 cm kalınlığında, 3 parça camın bir araya gelmesiyle oluşturulmuştur. Güvenlik nedeniyle bir seferde sadece 30 kişi üzerinde bulunabilmektedir. Turistlerin de en çok ilgi gösterdiği yerin burası olduğu bilinmektedir. Biz de Kristal Teras üzerinden Tokatlı Kanyonu’nun eşsiz manzarasını fotoğraflayarak ayrılıyoruz ve gezimizi sonlandırıyoruz.
  Gittiğinizde keman dinletisiyle selamlanacağınız ve kömürde pişmiş kahve kokulu sokaklarında dilediğinizce kaybolabileceğiniz, yabancılık nedir bilmeyeceğiniz bir yer Safranbolu. Tarihi ile sizi kendine hayran bırakırken ayaküstü sohbetleri ve yerlilerinden dinleyeceğiniz efsaneler de cabası. Ayrıca eminim ki rengarenk çarşısından alacağınız Safranbolu maketi de çalışma masanıza çok yakışacak. Bir hediye de benim için almayı unutmayın.


Haber, Fotoğraf ve Tasarım: Seda Şakiroğlu
İTALİK Dergisi - 21. Sayı
#italik

Doğal Formlar, Farklı Müzik. Bir Ankara Grubu: Pilli Bebek



Adını bir çizgi filmden alan ve müziklerinde içten geleni ön planda tutan bir grup Pilli Bebek. Amatör ses kayıtlarıyla müziğe başlayan ve ardından ‘Uyandırmadan’ albümleri ile kendi müzik alanlarını oluşturan bir grup Ankaralı düşünün. İlk albümlerinden uzun bir süre sonra ikinci albümleri ‘Olsun’ ile farklı duygulara bürünen parçalar ve daha geniş bir dinleyici kitlesi. Kullandığı formlar ile doğalı yakalayan ve tüm parçalarında bunu hissettiren Pilli Bebek Grubu’nun solisti Cem Kısmet ile birlikteyiz.



1. Biraz geçmişe gidelim dilerseniz. Pilli Bebek’ten önce neler yapıyordunuz?
  Gazi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde iken Ahmet Başbağlar ile kantinde birbirimize sürekli bir şeyler çalıyorduk. Sonra müzik alanın yakın görüşmelerimiz başladı. Arkadaş ortamlarında amatör kayıtlar yapmaya başladık. Ailem de müzikle ilgileniyordu. Dedem keman, babam akordiyon ve mızıka, abim ise piyano çalıyordu. Müzik dolu bir ortamda yetişen ben ise küçük yaşta ilk bestelerimi yapmaya başlamıştım. Sonrasında da izlediğim yol müzik oldu.

2. Her grup gibi sizin de isminizin bir oluşum hikâyesi vardır ve oldukça ilginç olsa gerek. Pilli Bebek ismi nereden geliyor?
  Pilli Bebek kulağa çok sempatik gelen bir isimdir. 60’ ların sonlarına doğru ''Torchy the Battery Boy'' adlı Fransa yapımı bir çizgi film vardı. Bu çizgi film döneminin ilk olma özelliğini taşıdığı için büyük yankı uyandırmıştı. ''Torchy the Battery Boy'' döneminin sıcaklığı içinde de farklı bir anlam katıyordu. Bizim de çocukluğumuz televizyon karşısında bu çizgi filmi izlemekle geçti. Bu yüzden grubumuz adını ‘Pilli Bebek Torchy’den almış oldu.



3. Türkiye’de rock müziği denilince akla ilk olarak Ankaralı gruplar geliyor. Ancak Pilli Bebek Ankara’da da kendi müzik tarzına ait yeni bir alan yaratmıştır. Aslında Ankara’da oluşan gruplar kavramını da besleyen Pilli Bebek’tir demek ne kadar doğru olur? 
  Ankara’ya 90’lı yıllarda gittim. Amerikan kültürüne yakın şekilde çalanların yanında sadece cover yapanlar da vardı. Dolayısıyla onlardan müzisyenlik adına alt bilincime kattığım şeyler de muhakkak olmuştur. 91-92 yıllarında Ankara/Sakarya’da ilk grup soundu ile çalmaya başladığımızda, henüz bizim gibi bir tane grup bile çalmıyordu. Haliyle biz oradaki insanlara
bestelerimiz ve soundlarımız ile daha farklı gelmiştik. Bu yüzden bizden sonra gelen gruplar üzerinde de ister istemez bir etki yaratmışızdır diye düşünüyorum.

4. Pilli Bebek yaptığı parçalarla dinleyenlerini kendine bağlayan bir gruptur. Yaptığınız müzik tarzını özellikle sizden sonra türeyen müzik gruplarından ayıran ve belirgin kılan nedir?
  Alttan, doğadan gelen bir müzik anlayışını benimsediğimizi söyleyebilirim. Hemen albüm çıkaralım ve tanınalım gibi bir derdimiz yoktu, hiçbir zaman olmadı da. Bizim için canlı müzik yapmak daha önemliydi. Ne zaman ki dinleyenler bizden bir şeyler bekler hale geldiler, biz de albüm çalışmalarına başladık. Grubun kurulması 1994, albümün hazırlanması 1999, piyasaya çıkması ise 2000’ li yılları buldu. Bildiğim kadarıyla bizim gibi yedi yıllık periyodlar ile albüm yapıp hala ayakta durmayı başarabilen bir grup olmadı.


5. Pilli Bebek kendi benliğini ve özgünlüğünü de kendi oluşturan bir gruptur. Peki size göre bir grubun benliğini oluşturamamasına sebep olarak piyasa amaçlı müzikten bahsedebilir miyiz?
  Piyasa müziği tabi ki vardır. İlk çıktığımız yıllarda kulüp ile medya piyasasını birbirinden ayırmak gerekiyordu. Bu günümüzde hâlâ da geçerlidir. Medya üzerinden piyasa müziği yapılmaya çalışıldığı zaman, zaten yapılan işin kıssaları bellidir. Geri dönüş mantığıyla bakarsak halkta kendine sunulanı istemektedir. Bence halk adına karar vermek doğru değildir ve bir kişinin milyonlarca kişi adına karar vermesi erk kafasıdır. Pilli Bebek olarak kulüp endüstrisi üzerinden ilerlerken piyasa müziğine uzak kalmaya çalıştık. Ancak bir şekilde piyasa müziğine de dokunmuş olduk.

6. Doksanlı yıllardan günümüze kadar süre gelen parçaları ile Pilli Bebek’ in müziği hangi virajlardan geçmiştir?
  Hepimiz dönüşüm geçirdik. Ama Pilli Bebek’ten önce Trabzon’da Ganita adlı bir grubumuz vardı. Kendimize şunu sorduk: “Biz bu işi nerede yapabiliriz?” Dolayısıyla Pilli Bebek Ankara’da ki ilk virajlarımızdan birisi oldu.
O dönemlerde yapılması için bir iş getirildiğinde bunun belli noktaları vardı. Kıyafetlerinden konuşmana kadar her şeyin belli bir çatı altında toplanması gerekiyordu. Böylece var olan benlikten de uzaklaşılıyordu. Biz grup olarak bundan hep bir adım ötede durmaya çalıştık.
Ekibimizde değişiklikler olmasına rağmen ben hala devam ediyorum. Dolayısıyla bana inanan, benimle bu işte vücut bulmak isteyen insanlar da bunun içine dahil oluyorlar. Ama ben bu iç çatışmaları grubun geçirdiği bir viraj olarak görmüyorum. Çünkü kişisel durumlar müzik adına bir şey ifade etmiyor.


7. Sizden sonra türeyen müzik grupları da vardı. Peki siz ilk çıktığınız dönemlerde tek başınıza,  hiç kimseye bağlanmadan nasıl tutunabildiniz?
  Bunun için müzisyenin mutlaka tahammül taşıması gerekmektedir. Ben tahammülü yüksek bir insanım. Çalışmalarımı da tahammülüme ve kararlılığıma bağlıyorum. Çok az bir kitleyle yola çıktık ancak bizim için önemli olan yaptığımız işin güzelliği ve bizim de bundan memnun kalmamızdı.

8. Grup olarak hâlâ koruduğunuzu düşündüğünüz değerler nelerdir? Felsefemiz şu şekildedir diyebilir misiniz?
  Temel olarak yabancılaşma ve yozlaşma karşıtı bir insan olduğumu söyleyebilirim. Dil, kültür, felsefe, tarih, bilim, sanat benim için önemli başlıklardır. Dolayısıyla her zaman sahiplendiğimi korumaya çalışmışımdır.
Çok genç yaşta bir müzik grubu kurdum. Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin Müzik Bölümü’nden Gazi Üniversitesi Müzik Bölümü’ne geçiş yaptım. Ankara’ya gittikten sonra geçen süreç benim için daha iyi oldu. Kullandığımız soundlar ile ilk albümünü yapan ve orada sahneye çıkan ilk prodüksiyon biz olduk. Bizden sonrakiler ise belki de farklı kulvarlarda ilerlediler.



9. Doksanlı yılların başından beri var olan bir grupken Behzat Ç dizi müzikleriyle sesinizi daha geniş kitlelere duyurdunuz. Bir nevi dizinin sesi siz oldunuz. Bu konuda neler söylersiniz?
  Senarist, müzisyen ve yönetmen birbirine paralel çalışan kişilerdir. Bu süreçte senarist ve yönetmenle sürekli birlikte çalıştık. Bunun yanında özellikle görüntü üzerine uygulanan müzik çok önemlidir. Bir nevi işitsel tasarım işidir. Behzat Ç, Pilli Bebek’in sesini duyurmasında ve var olan formlarını başka bir yapıma uygulayarak farkındalık oluşturmasında büyük katkı sağlamıştır.

10. İlk albümden sonra sakin geçen bir aranın ardından  “Olsun” ile sağlam bir dönüş yaptınız. İkinci albümde elde ettiğiniz başarı hakkında neler söylemek istersiniz?
  90’ ların ortasına doğru yaptığımız kayıtlardan bir aranje fikri oluştu. ‘Uyandırmadan’ albümündeki parçalara hiç dokunmadık ve ilk haliyle kalmasına özen gösterdik. ‘Olsun’ da ise bu duygusal bariyer biraz kırıldı. ‘Olsun’da da eski şarkılara yer verilmesine rağmen ‘Uyandırmadan’ albümü yapıldığı yılların başındaki aranje fikirlerine sadık kaldı. 


11. Sözler ve müzik birlikteliğinin nasıl sağlandığı da merak konusu. Parçalarınızın oluşum aşaması nasıl ilerliyor? Bu süreçte özellikle bağlı kaldığınız noktalar varsa nelerdir?
  Kullandığımız Türkçe’nin içinde edebiyatın kendi ses dizimleri ve bu dizimler arasında bir melodi vardır. Yani bir metni okurken aslında birçok şeyi birlikte yaparsınız. Burada sesin sizi yakalaması en önemli noktalardan biridir. Ben de bu farklı sesleri edebiyat üzerinden kurgulayarak müzikle oluşturmaya çalıyorum.
Birde grubumuzla aynı yolda ilerleyen barkarol tarzı var. Biz barkarolün çatısını içten geldiği gibi, belli formlara bağlı kalmadan, doğaçlama söylenen olarak belirlemiştik. Venedikli gondolcuların kullandığı denizci şarkıları da diyebiliriz. Ama bir süre sonra bunlarında formları oluşmuştur. Örneğin günümüzdeki türkü formu gibi. Aslında barkarol da o formların oluşmaya başlamamış halidir. Bu yönüyle bize de biraz sıcak gelmişti.

12. Albümleriniz yokken performanslarıyla kendini gösteren üretken bir gruptunuz. Uzun aralarla çıkardığınız albümler için aslında “görünürde olanın yüzü” demek doğru mudur?
  Aslında var olan şeylerin belli bir duygu kesiti altında kayıta alınmasıdır diyebiliriz. Çünkü o duygu aralığı zaman zaman değişebilir.
Bizim için sahnelerimizin küçük ya da büyük oluşu o kadar bağlayıcı bir kriter değildir. Sahne aldığımız ortam dinleyiciden aldığımız enerji önemlidir. Ama şunu da unutmayalım ki dinleyici de enerjisini sanatçıdan alır. Bu durumda paralel bir akıştan söz edebiliriz.




13.  Müziğe başlarken illa ki size ilham veren, örnek aldığınız kişiler ve müzik türleri olmuştur. Ne tür müziklerden beslendiniz?
  Felsefi olarak da insanın bulunduğu konumu tek başına veya sadece kendisi üzerinden açıklamaya çalışması zaten yanlıştır. Dolayısıyla biz bugüne kadar neleri dinlemiş, okumuş, görmüş ve yaşamışsak onları dile getiriyoruz. Yani en temel mantığımız bu. Çünkü üzerinde durmamız gereken sadece müzik değil çok fazla şey var. Dinlediğimiz müziklerde de farklı formlardan bahsedebiliriz.

14. Son olarak gelecekteki projelerinizden bahseder misiniz?  
  Edebiyatla da yakından ilgiliyim. 1 saatlik bir şiir senfonisi çalışmam var. Bunun yanında yeni Pilli Bebek albümü çalışmalarımız devam ediyor. Film müziklerine de aynı şekilde devam ediyoruz.




 Sevgili Cem Kısmet’e  yoğun temposunda özellikle bize de yer verdiği için teşekkür ederim. 


İTALİK MİZANPAJ:









Röportaj: Seda Şakiroğlu 
Fotoğraf: Gökçe Tekbıyık, Pilli Bebek Arşivi
İTALİK Dergisi - 20. Sayı (2014)
#italik

Erol Doğaner ile Vahşi Yaşam Fotoğrafçılığı

  Bir çok ülkede çalışmaları olan Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı Erol Doğaner söyleşimize şu sözleriyle başladı: “Fotoğrafla ilgili alt yapınız yoksa dünyanın en kaliteli objektifine de sahip olsanız fotoğraf üretemezsiniz. Üretseniz de fotoğraf olmaz. Çünkü fotoğrafta her şey anlıktır. Fotoğrafı gördüğünüzde deklanşöre bastınız bastınız. Yoksa o anı kaçırırsınız. Sıradan fotoğraf çekmek istiyorsanız her zaman çekebilirsiniz. Ancak önemli olan sıradan fotoğraf değil sıra dışı fotoğraflar çekebilmektir. Vahşi Yaşam Fotoğrafçılığı’da bunu gerektirir.”


  Doğaner, Afrika ve Uganda’da yaptığı çekimlerden söz ederek fotoğrafta kritik anın öneminden bahsetti: “Afrika’ya gitmeden beş yıl önce bölge ile ilgili araştırmalarıma başlamıştım. İlk olarak o bölgeyi fotoğraflayan kişilerin çekimlerini inceledim. Hemen hemen hepsi birbirine benziyordu. Ne yapıp da diğerlerinden farklı fotoğraflar üretebilirim dedim. Bunun için de birinci koşulumu sabır olarak belirledim. Doğru anı bekleyecektim. Çünkü doğru anda deklanşöre bastığınızda doğru görüntüyü yakalarsınız. Kritik an dediğimiz de budur. Fotoğrafı farklı kılan, sıra dışı olmasını sağlayan şey kritik anı yakalamaktan geçer. İşte ben de bu tür fotoğrafları çekmeyi hayal ederek gittim.
 

Ardından dağ gorillerinin fotoğraflarını çekmek için Uganda’ya geçtim. Silverback gorilleri küçük aile grupları halinde yaşadıkları için onları ormanın içinde yürüyerek aramak zorunda kalıyorduk. Silverback’ ler ağaç kabuklarını ve yaprakları yiyerek beslenirler. Biz ormanın içinde ilerlerken önümüzde ve arkamızda ise birer tane silahlı görevli ve ellerinde pala ile gerektiğinde dalları keserek yol açan bir görevli yer alıyordu.


  Goriller son derece sosyal hayvanlardır ama onlara belli bir mesafeden daha fazla yaklaşmak yasaktır. Ayrıca göz teması kurmamanız, aksi takdirde başınızı öne eğerek yavaş yavaş geri çekilmeniz gerekmektedir. Göz teması devam ettiği sürece onlara meydan okumuş oluyorsunuz.”
Fotoğraf sanatçısı Kenya’nın Mara Nehri’nde gerçekleşen göç hareketi hakkında da bizi bilgilendirdi: “Mara Nehri’ndeki göç hareketinden bahsetmek istiyorum. Hayvanlar mevsim değişikliklerinden dolayı gitmek istedikleri yönü tamamen içgüdüsel olarak tespit ederler. Nehrin içinde timsahlar vardır. Hatta yer yer timsahlara yem olan, yanlış geçiş noktasına denk gelip kayan ve ayağını kırıp nehirde kalan hayvanlar da vardır. Afrika’da ki en özel anlardan birisi hayvanların göç anı yani Mara Nehri’nin geçiş anlarıdır.
  Bu fotoğrafları çekerken tehlike var mı diye soracak olursanız elbette vardır. Ancak hayvanları kızdıracak bir şey yapmadığınız sürece size hiçbir şekilde zarar vermeyeceklerdir. Zaten vahşi doğada bir müddet zaman geçirdikten sonra siz de bunun farkına varıyor ve bir tedirginlik ya da korku hissetmemeye başlıyorsunuz. Çünkü artık onları rahatsız edecek bir şey yapmadığınızda onlarında tehlikeli hareketler sergilemeyeceğini anlıyorsunuz.
 


Erol Doğaner kuş fotoğrafçılığıyla ilgili düşüncelerini de bizimle paylaştı ve sözlerine devam etti: “Afrika’ya ilk gittiğimde kuş fotoğrafı çekmekle ilgili hiçbir düşüncem yoktu. Ancak Afrika’da o kadar fazla kuş türüne rastladım ki görüntülemeden edemedim. Türkiye’ye döndüğümde ise Afrika’da sayısı 1500’e yakın kuş türü yaşadığını öğrendim. Afrika’ya ikinci gidişimde ise amacım kuş fotoğrafı çekmekti ve ekipmanımı da bu doğrultuda hazırladım. Hatta türünü bilmediğim çok enteresan bir kuşla karşılaştım ve fotoğrafını çekerek bunu fotoğrafçı bir arkadaşımla paylaştım. Bütün çektiğim fotoğrafları bir tarafa bu fotoğrafı bir tarafa koymamı istedi. Neden diye sorduğumda ise nesili tükenmekte olan ‘ak aylak’ adlı bir kuş türünü fotoğrafladığımı ve bu kuşun fotoğrafını çeken nadir kişilerden biri olduğumu söyledi. Afrika’da kuşlara sadece araçla yaklaşabilirsiniz ve araçtan uzanan tek şey makinanızın objektifidir. Böylece hayvan sizi fark etmez. Zaten bu şartlarda kendinizi saklamazsanız fotoğraf çekemezsiniz. Çünkü kuşlarda avlanma korkusu vardır.
  Belgesel nitelikli bir çalışma yapmak istiyorsanız gittiğiniz bölgedeki insanları, vahşi yaşamı, ve coğrafisiyle bir bütün olarak ele almalı ve fotoğraflarınızı o doğrultuda çekmelisiniz. Ortaya ancak bu şekilde bir belgesel çalışması çıkarabilirsiniz. Mesela televizyonda izlediğiniz belgeseller iki üç ayda çekilmiyor. İnsanlar o belgeseller için gidip bir yıl boyunca yani dört mevsim o bölgede kalabiliyorlar. Bunun içinde o bölgenin hükümetinden özel izin almaları ve oranın koşullarına uygun bir şekilde yaşamaları gerekmektedir.”


  Ardından fotoğrafçımız öğrencilerden gelen sorular doğrultusunda Vahşi Yaşam Fotoğrafçılığı boyunca gerçekten zorlandığı kesitleri anlattı: “Tedirgin olduğum anlar olmadı değil. Mesela Afrika’da gün batımında çok güzel bir erkek aslan vardı. Yerinden kalktı ve bana doğru yürüdü.  Normalde bu tür aslanlar yaklaşır ve on/on beş dakika kadar aracın önünde tur atıp giderlerdi. Ancak böyle olmadı ve aramızda çok kısa bir mesafe var iken o bana bakıyor ben de ona bakıyordum. Her ne kadar korksam da fotoğraf çekmeye devam etmeliydim.
  Yine araçtaydık ve bir fil sürüsü bize doğru yaklaşmaya başladı. Arkalarında da yavruları vardı. Hayvanların en tehlikeli olduğu anlar ise yavrularının yanlarında olduğu anlardır. Çünkü içgüdüsel olarak onları koruma çabaları vardır. Sürü iyice bize yaklaşmıştı. Özel eğitim almış olan arkadaşlarımız hiç ses çıkarmadan oturmamıza söyledi. Ancak ben filin gözünden bir detay fotoğrafı almalıydım. Ayağa kalkıp deklanşöre basmamla fille göz göze gelmem bir oldu. Gerçekten unutamayacağım bir anım olmuştu.


  En son sıkıntımı da Uganda gorillerini fotoğraflarken yaşamıştım. Gorillere belli bir mesafeden fazla yaklaşmak yasaktır. Ayrıca göz teması kurmamamız gerektiğini söylemiştim. Fotoğraf işin içine girince arkadan gelen geri dönün seslerine rağmen dayanamadık tabi. Silverback gorillerinden biriyle göz göze geldik. Rahatsız olmuş olmalı ki yerinden kalktı ve kendini sertçe yere vurdu. İşte o an da ayaklarımın altında yerin titrediğini hissettim. Sonra ellerini göğsüne vurarak bağırmaya başladı. Sakince oradan uzaklaşmamız gerekirken arkamızı dönerek koşmaya başladık. Tüm goriller arkamızdan garip sesler çıkarıyorlardı. Sonradan öğrendik ki bu tehlike olmadığı anlamına gelmekteymiş.”
  Doğaner bu tür çekimleri tek başına yapmanın daha doğru olduğunu söyledi: “Bu tür yerlere iki üç kişiyle de gidebilirsiniz ama aracın üzerinde iki üç kişiyle aynı anda fotoğraf çekemezsiniz. İsteseniz de bu çok zordur. Yanınızdaki kişinin de fotoğrafı çok iyi derecede bilmesi, o kişinin sizi sizin de onun hareketlerini çok iyi takip ediyor olabilmeniz gerekmektedir. Ya da her araçta bir fotoğrafçı tercih edilmelidir. Ayrıca aracı kullanan kişinin bile fotoğrafı bilmesi gerekmektedir. Afrika çekimlerimin ikinci gününde sırf fotoğrafı bilmediği için şoförümü değiştirdim. Çünkü orada önemli olan sizin doğru zamanda hareket edip doğru anda deklanşöre basabilmenizdir. Fotoğrafı farklı kılan da bu kritik anlardır. Bu anlar da tesadüf değildir. Mesela ben çekeceğim fotoğrafları kafamda tasarlayarak gittim. Bir zürafa gördüğümde onu nasıl çekeceğimi biliyordum. Ama bunun için saatlerce beklemem gerekiyordu. İşte burada da farklı fotoğraflar üretebilmek adına birinci koşulumuz olan sabır kavramı devreye girmektedir. Esas önemli olan kritik anı yakalayabilmektir.”



İTALİK MİZANPAJ:  





 Söyleşi: Seda Şakiroğlu  

İTALİK Dergisi - 20. Sayı
#italik  #TicaretFotograf

Ersin Alok ile Doğa Fotoğrafçılığı

 Fotoğrafçılık Kulübü Haftası kapsamında düzenlenen seminerlerin son durağında ise dünyaca tanınmış fotoğraf sanatçısı Ersin Alok üniversitemizin konuğu oldu. Doğa Fotoğrafçılığı’ndan ve dağ fotoğrafçısı olmanın gerektirdiği inceliklerden bahsederek etkileyici sunumunu bizlerle paylaştı. Yaptığı çalışmalar, gidip gördüğü ülkeler ve devam etmekte olan projeleri ile seyahatleri hakkında gözlemlerini anlattı. Ersin Alok arkeoloji, jeomorfoloji ve resim alanlarına da ilgisi olduğunu belirterek Doğa Fotoğrafçılığı’ nın gün ışığıyla başlayıp gün ışığı ile biten süreç içerisinde bir yol olduğunu söyledi. Doğa Fotoğrafçılığı ile insan arasında ki ilişkiden söz ederek konuşmasına başladı: “Doğayı tanımak ilk önce doğanın içindeki ışığı tanımaktır. Işık yoksa doğayı göremezsiniz. Fotoğrafta da en önemli etken ışıktır. Fotoğrafçı ışığı yorumlamasını bilen kişilerden biridir. Fotoğrafçının ışığı yorumlayabilmesi için fotoğrafın ana prensibi olan lekeyi bilmesi gerekmektedir. Bir fotoğraf yüzeyinde gördüğünüz her şey lekeler birlikteliğinden oluşur. Eğer leke yoksa ışıktan, ışık yoksa fotoğraftan söz edilemez. Işığın oluşmasında ise üç leke türünden bahsedebiliriz: koyu leke, açık leke ve orta leke. Bu üç leke birlikte kullanıldığında dört nokta arasındaki düzlem ve onun mimarisi fotoğrafın dengesini ve estetik kavramını ortaya çıkarır. İçinde estetik kavramı, mimari dokusu olmayan herhangi bir fotoğrafın pek de bir anlamı yoktur.


Fotoğrafta beyaz leke arka planı anlatır. Arka plan sonsuzluğa giden bir derinlik anlamındadır ve onun anlamı da fotoğrafın oluştuğu dünyayı anlatmasıdır. Fotoğrafta gri leke ise ana fikrin verildiği yerdir. Siyah leke ise sondur ve görseli sınırlar. Bu üç leke ile fotoğrafın anlamı oluşmaktadır. Bu da fotoğrafa ayrı bir değer katarak fotoğrafın mimarisini görmenizi sağlar.”
 Ersin Alok, Doğa Fotoğrafçılığı’nın en önemli noktalarından birinin fotoğrafın neyi anlatmak istediğini bilmesi gerektiğini söyleyerek sözlerini devam ettirdi: “Doğa Fotoğrafçılığı’nda fotoğrafı çeken kişinin ne gördüğü önemlidir. Bu fotoğraf dalında en önemli konu fotoğrafı manual system içinde çekmektir. Neden manuel system diye sorarsanız fotoğraf değerlerini istediğiniz şekilde ayarlayabilir ve doğaya nasıl bakıyorsanız bunu fotoğrafta da aynı şekilde gösterebilirsiniz. Baktığınız doğada isteğe uygun görüşü hangi tonda yansıtmak istediğinize karar verebilir, çektiğiniz fotoğrafın nasıl bir amaca intikal etmesi gerektiğini belirleyebilirsiniz. Kısaca diyebiliriz ki Doğa Fotoğrafçılığı’ nda amaca yönelik fotoğrafın deklanşörüne basmış olmak önemlidir.”
Fotoğrafçı doğadaki her şeyin fotoğrafa hizmet edebileceğini söyledi:  “Doğada gördüğünüz her şey fotoğraf olabilir. Tabi bunun da belirli türevleri vardır. Mesela jeomorfolojik yapıda bir kayayı çekmek düşündüğümüzden daha da zordur. Fotoğrafı büyüttüğümüzde detayların kaybolmaması için makine farkınızın çok iyi olması gerekmektedir.


 Doğa fotoğrafının yaşaması için yeşille beslenmesi gerekir. Burada ki yeşil ile daha çok jeomorfolojik yapının dışında kalan bitkilerden söz edilmektedir. Fotoğrafta doğadan gelen en önemli kaynak ise var olan arkeolojik yapının kullanılmasıdır. Bir diğer önemli alan da yaşamla ilgili çalışmalardır. Mesela insanlar doğada hangi sembolleri kullanıyorlar? Baktığımızda eski çağlardan günümüze kadar tüm insanlık tarihinin semboller aracılığıyla yaşamlarını sürdürdüklerini görürüz.  Bu yüzden semboller insan hayatında önemli bir etkiye sahiptirler ve fotoğraf sembollerin bir araya gelerek anlam ifade ettiği bir dizi olarak ortaya çıkmaktadır. Çektiğiniz fotoğrafı masaya yatırdığınızda ortaya çıkan semboller bütünü ise size fotoğrafı gösterecektir.
Fotoğraf bir duygunun emilme meselesidir. Gördüğünüz bir şeyi fotoğrafta yaşatmak için verdiğiniz çaba, gayesine ulaşmış ise doğru bir iş yapmışsınız demektir.”


 Alok, Doğa Fotoğrafçılığı üzerine hazırlamış olduğu şiirsel sunumunun ardından dağlarda geçirdiği zaman dilimlerinden de şöyle bahsetti: “ Dağda her akan suyu içemezsiniz. O sırada yapılabilecek en güzel şey beş-on kare fotoğraf aldıktan sonra sırtında taşıdığın termostan bir yudum kahve içmektir. Mesela dağda ışıksız kaldığınızda artık yapabilecek hiçbir şeyiniz kalmamıştır.  Güneş batmış ama ay doğmamıştır. Gece çadırınızdan dışarıya çıktığınızda fotoğraf yoktur ama var olan sizsinizdir. Doğanın vahşiliğini işte o zaman hissetmeye başlarsınız.  Işık geldiğinde ise anlatmak istediğiniz konuyu size zaten gösterecektir. Sizin ise karar vermeniz gereken nokta konuyu hangi zaman diliminde çekmeniz gerektiğidir ve bilmeliyiz ki Doğa Fotoğrafçılığı’nda hata payı çok azdır.
 Neden dağlarda olduğumu sorarsanız cevabım şu olacaktır: ‘Beni etkileyen şeyi yaşamak için oradayım’ Aynı zamanda kendi içimde yaşadıklarımın yanında birde izleyenlere yaşatmak istediklerim vardır. Eğer ben, çektiğim fotoğraflarla içinizde ‘keşke bende orada olsaydım’ duygusunu uyandırabiliyorsam işimi tam anlamıyla yapmış sayılırım.”
 Sanatçımız, ‘İnsanlık tarihinin çok önemli bir konusu vardır, o da paylaşmak’ diyerek konuşmasını sonlandırdı: “İnsanın içinde bir hesaplaşma vardır ve tam da o noktada doğayla anlaşmaya varılır. İnsan doğayla ortaya çıkan anlaşmayı fotoğraf aracılığıyla da olsa paylaşmak ihtiyacı duyar. Fotoğraf duyguların paylaşılmasıdır.”


İTALİK MİZANPAJ:



Söyleşi: Seda Şakiroğlu  
İTALİK Dergisi - 20. Sayı
#italik  #TicaretFotograf